Râbıta, Allah ile kul arasına üçüncü bir şahsı şeyhi sokarak irtikâb edilmiş bir şirk değil, aksine mürîdin, önüne ve yanına sunulmuş model şahsiyete benzemesi, kalıp ile olan beraberliğini kalb ile sürdürmesi hadiseyidir.[1] Râbıtanın şirk oluşu ile alakalı değerlendirmeler genellikle yanlış uygulama ve idrak etmelerle alakalıdır. Râbıta tabiî ve fıtrî bir vaka olmanın ötesinde ibâdetlerde bitirici bir unsur gibi görülünce, râbıta yapılan şahsın kul ile Allah arasında üçüncü ve taşıtı bir şahsiyet olduğu düşüncesi gündeme gelmiştir.
İnsanların dünyâ işleriyle olan bağlantıları sebebiyle dünyâyı düşündüklerinde şirk koşmuş oldukları hatıra gelmezken Allah’ı anımsatan bir Allah adamının düşünülmesi sırasında niye şirk koşmuş olacağını kavramak güçtür. Allah’a koşulan şirk ile kasdedilen insan kalbinde alana gelen başkalaşımdır. Allah Rasûlü, Allah için birbirini sevenlere, birbirleriyle ziyâretleşenlere ve tasaddukta bulunanlara Allah’ın sevgisinin hak olacağını haber vermektedir.[2] Böyle bir müjde bile Allah adamlarına dinlenecek kalbî sevgi bağının Allah ile ilişkiyi pekiştireceğini gösterir. Oysa ki dünyâ işi Allah sevgisinden çok dünyâ sevgisini pekiştirir.
Takdîmdeki birtakım eksikliklerle uygulamadaki değişiklikler, râbıtayı münazaralı bir mevzu hâline getirmiştir. Oysa fıtrî anlamıyla düşündüğünüz zaman râbıtasız insan yoktur. Herkesin bir râbıtası vardır. Zira her merdin gönlünde bir aslan yatar.
Dipnotlar:
[1]. Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 364-371. Ayrıca Altınoluk dergisi Nisan 1996 sayısında çıkan “Râbıta” makâlemize de başvurulabilir. [2]. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 229. Ayrıca bkz. Müslim, Birr, 37; Tirmizî, Zühd, 53/2390.Kaynak: Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, 300 Soruda Tasavvufi Hayat, Erkam Yayınları
Akşam Ezanı