Râbıtasız olmaz mı diye soruyorsunuz. Evet, râbıtasız olmaz. Zira râbıta her insanda var olan fıtrî bir olgudur. Bu anlamda herkesin bir kimseye veya bir şeye râbıtası vardır. Aslolan râbıtayı eğitim taşıtı olarak kullanabilmektir. Tasavvuftaki râbıtanın emeli gafleti kovup kalbin zulmetini defederek iblisin vesveselerinden kurtulmak sûretiyle “râbıta-i huzûr”a ermek; sâlikin dâimâ Allah’ın huzûrunda bulunduğu duygusuna erişmesini sağlamaktır. Her an Allah’ı karşımızda görür gibi yaşamaktır.

Her an Allah’ın huzûrundaymış gibi yaşamak güç bir iştir. Zira Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu anlamak için kulun zihnen ve mânen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye lüzum vardır. Tasavvufta bu obje Allah’ın en muhteşem tecellîlerinin mazharı olan “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir. Sâlik evvel insân-ı kâmile, ardından Hz. Rasûl’e ve onun ardından Rabb-ı Müteâl’e kalbini rabtetmeli ve bu sûretle huzûr-i kalbe erip fenâ-fillâh’a varmalıdır.

Kaynak: Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, 300 Sualde Tasavvufi Hayat, Erkam Yayınları

Akşam Ezanı

Kategori: