Bir ay süresince ibâdet vecdiyle, gündüzleri açlığı yaşayan mü’minler; fukara ve fakirlik nedeniyle aç kalanların hâlini idrâk ederler. Vicdanları acıma ve şefkatle incelir ve yumuşar.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e;
“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye sorulduğunda şöyle emrettiler:
“–Ramazân-ı şerifte verilen sadaka…” Tirmizî, Zekât, 28/663
Bu müjdeye ermek için mübârek ecdâdımız da Ramazân-ı şerifte hayrat yarışına girmişlerdir. Bakkallara giderek, hiç tanımadıkları fukarânın borçlarını ödeyip sildirmişlerdir. Öksüzlerin, yetimlerin gözyaşlarını dindirmişlerdir.
Ramazân-ı şerifteki en hoş hayır-hasenâttan biri de iftarlardır. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kim bir oruçluya iftar verirse, oruçlunun ecri gibi -oruçlunun sevâbından hiçbir şey azalmadan- ecir alır.” Tirmizî, Savm, 81
Ashâb-ı kirâmın yoksulları, bu fazîletten geri kalmak istemediler. Mahzun bir biçimde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek kendilerinin zenginler gibi oruçluyu doyuracak derecede iftar yemeği vermeye eforlarının yetmediğini talep ettiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle emrettiler:
“Kim bir oruçluyu bir hurma ile iftar ettirirse veya bir meşrubat su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah Teâlâ, ona aynı sevâbı verir.” İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 191
Yeniden bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” emretmişlerdi. Ashâb-ı kirâm;
“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu yanıtı verdi:
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. Başka Bir Deyişle mülkünün yarısını tasadduk etmiş, kendinden koparıp vermiş oldu.
Değişiği ise hayli zengin biriydi o da mülkünün yanına varıp, mülkünden yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” Nesâî, Zekât, 49
Aslolan fedâkârlıktır.
Şubat ayında yaşadığımız büyük zelzelelerde nice kardeşimiz; evini, barkını kaybetti. Şimdi bazısı yurtlarda, bazısı konteynır konutlarda, bazısı geçici mekânlarda barınıyor. Onları ve özellikle mahzun evlâtlarını, Ramazân-ı şerif ve bayramda handân u şâdân eylemek, ne hoş bir kardeşlik görevidir!
Çünkü;
Bayramlar, îman kardeşliğinin asıl tezâhür sahneleridir.
Bayramlar; bireyin değil, cemiyetin mânevî neşeyidir. Bu coşkuyu paylaşma, gönül abuhavasına girme ve tam müslümanları gönülden kardeş sezebilme demleridir.
Muzdaribi neşelendirecek, ona ilâhî bir neşe ile sükûn bulduracak hakikî bayramı idrâk etmeliyiz.
Acaba bayramlarda; kanadı kırık kuş gibi âciz, yorgun ve neşesiz insanlara ne taşıyabiliyoruz?
Yoksun ve muzdaripleri coşturarak coşmanın ulvî hazzını, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in siyer-i Nebî’sinden tâlim etmeliyiz:
Beşir bin Akrabe -radıyallâhu anh- anlatır:
“Babam Akrabe, Uhud günü şehîd olunca ağlayarak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim.
Bana;
«–Ey sevgilicik! Sen ne diye ağlıyorsun? Sus ağlama! Senin baban ben olsam, annen de Âişe olsa, râzı olmaz mısın?» buyurdu.
Ben de:
«–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah, tabiî ki râzı olurum!» dedim.
Bunun üzerine Efendimiz, eliyle başımı okşadı. Şu anda saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh’ın mübârek elinin dokunduğu yerler hâlâ siyah kalmıştır.” Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78; Ali el-Müttakî, XIII, 298/36862
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Mecmuası, Sene: 2023 Ay: Nisan, Sayı: 218
Akşam Ezanı