Sâlik ve meczûb kavramları hakkında tasavvuf klâsiklerinden Avârifu’l-maârif ile Hânî’nin Âdâb ismiyle çeviri edilen eserinde birtakım bilgilere rastlanmaktadır:

Sâlik: Seyr u sülûke girmiş, riyâzat, mücâhede ve muâmele ile nefsini arıtıp rûhunu gururlandırmaya ve müşâhedeye ermeye çalışan kimsedir. Sâlik evvel kâinâttaki ilâhî kudret ve âsâra bakar, onun delâletiyle Hakk’ın isimlerine, isimlerinin delâletiyle sıfatlarına, sıfatlarının delâletiyle zât-i Bârî’ye vuslata ererek sülûkünü tamamlar ve “vâsıl” ismini alır. Vuslat noktasına gelmemiş bir sâlikin şeyhlik makâmına yükseltilmesi uygun değildir.

Meczûb: Hakk’ın tecellîleri kendisine seyr u sülûksüz zuhûr eden kimsedir. Bu surattan meczûb, evvel zâtı müşâhede eder, müteâkiben kâbiliyetine göre kendisine birtakım sırlar keşfolunur. Ardından sıfât-ı ilâhiyye ve esmâ sırları açılarak kâinâtın sırlarını görmeye başlar. Zira cezbe, Hakk tarafına çekilme anlamında bir kavramdır. Meczûb da Hakk tarafına çekilen “âşık” demektir. Meczûb, evvel cezbe ve aşk ateşiyle Hakk cânibine çekilir, sonra seyr u sülûk ile işi sahv ve temkîne bağlar. Türkçe’de yarı mecnûn anlamında kullanılan meczûb ile bu anlamdaki meczûbu karıştırmamak gerekir.

Sâlik ile meczûb, seyr u sülûk ile yetişme bakımından birbirinin bütün tersidir. Sâlikin en son geldiği noktaya, meczûb ilk başta gelmektedir. Sâlikin hâli Allah’a vuslat için eşyâyı müşâhededir. Meczûbun hâli ise eşyâyı Allah ile müşâhededir. Meczûbun sülûkü mahv ve fenâ ile, sâlikin sülûkü ise sahv ve bakâ ile sona erer. Biri alttan yukarıya, değişiği yukarıyadan alt seyr ederek bir noktada buluşur. Ancak ikisi de birbirinin sıfatlarından vâreste olmamalıdır. Yâni sâlik aşk ve cezbesiz, meczûb da seyr u sülûksüz olamaz.[1] [1].     Sühreverdî, a.g.e., s. 110-115.

Kaynak: Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, 300 Soruda Tasavvufi Hayat, Erkam Yayınları

Akşam Ezanı

Kategori: